AIDS, tıp tarihinin en dirençli epidemilerinden biri olarak hâlâ hayatımızda. Günümüzdeki baskılayıcı HIV tedavisi ilaçları (ART) ve önleyici yöntemler (oral PEP ve oral PrEP’den uzun etkili enjeksiyonlara, vajinal halkalardan geniş spektrumlu monoklonal antikorlara) büyük ilerlemeler sağladı. Yine de her yıl 1,3 milyon yeni HIV olgusu kayıtlara geçiyor. 2030 hedefi olan yılda en fazla 300.000 yeni HIV olgusunun ise çok uzağındayız. Bu veriler, HIV aşısının hâlâ öncelikli bir ihtiyaç olduğunu açıkça gösteriyor.
-İşe yarar bir HIV aşısı neden hâlâ bulunamadı?
-Araştırma süreçlerinde ne gibi sorunlarla karşılaşılıyor?
-Politik, siyasi ve finansal engeller süreci neden ve nasıl yavaşlatıyor?
Glasgow HIV Kongresi’nde iki kez bilim kurulu üyeliği de yapmış olan Arda Karapınar’dan, bilimsel zorlukların ve siyasi gerilimlerin kasvet ortamında gerçekçi bir aktivist bakışı.
Neden hâlâ bir HIV aşısı yok ve aşıya neden ihtiyacımız var?
-Bilimsel zorluklar: Virüsün doğal oyunbaz yapısı
Yazının bu bölümünde, HIV aşısı geliştirme çalışmalarında karşılaşılan temel bilimsel engelleri izâh etmeye çalışacağım. Bu zeki virüsün karmaşık yapısını kavramadan, “neden hâlâ aşı yok?” sorusunu yalnızca politik dinamiklerle ya da aktivist bakış açılarıyla cevaplamak mümkün değil çünkü. Bilimsel temelleri anlamak, hem finansman ve düzenleyici engellerin hem de komünite hareketlerin gerçek etkisini doğru değerlendirmemizi sağlayabilir. Böylece hem laboratuvardaki bulgular hem de saha deneyimleri ışığında bütüncül bir analiz yapmak mümkün olabilir.
Genetik çeşitlilik ve hızlı mutasyon: HIV, *ters transkriptaz enziminin hata eğiliminden istifade ederek, kendini her kopyalayışında yeni varyantlar oluşturuyor. Bu durum, aşı adaylarının hedef aldığı yüzey proteinlerinin (env proteini) sabit kalmasını güçleştiriyor.
(*HIV’in vücutta nasıl çoğaldığını ve adım adım ilerleyişini anlamak için HIV yaşam döngüsü başlıklı #hivbilgisi yazısını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.)
Glikan kalkanı: Virüsün yüzeyini kaplayan yoğun glikan (şeker) ağı, antikorların en kritik bağlanma noktalarına erişmesini fiziksel olarak engelliyor. Daha anlaşılır bir ifadeyle; bir aşı tasarlandığında, *bağlanıcı (binding) antikorlar üretilebilse de bu antikorlar glikan örtüsüne takılıyor ve virüsü yok etme işini yapamıyor. Dahası, glikan kalkanı antijen sunumunu ve bağışıklık hücrelerinin uyarılmasını da zorlaştırıyor; bu da aşının uyandırdığı bağışıklık yanıtının zayıf ve kısa ömürlü kalmasına yol açıyor. Sonuç olarak, glikan kalkanını delebilecek ya da bu perdeyi aşabilecek immunojen tasarımları geliştirmek, HIV aşısı çalışmalarının en kritik ve hâlâ tam olarak aşılamamış zorluğu olarak duruyor.
(*Binding antikor, bağışıklık sisteminin antijen üzerindeki belirli bölgelere/yüzeylere (epitoplara) özgül olarak tutunmasını sağlayan antikor sınıfıdır. Ancak bu antikorlar genellikle virüsü etkisiz hâle getirecek (nötralize edecek) işlevi yerine getirmez, sadece antijeni tanıyarak bağlanırlar.)
Erken viral rezervuarlar: Bir kaçma/kurtulma ustası olarak adlandırırsam hiç de abatmış olmayacağım ve bu yanıyla hayran olunası bir doğal zekaya sahip olan HIV, vücuda sızışını takip eden ilk günlerde yani enfeksiyonun ilk günlerinde CD4⁺ T hücrelerinde “uyuyan” ve baskılayıcı ilaç tedavisine başlandıktan yıllar sonra bile orada kalacak olan *rezervuarlar oluşturuyor. Aşı, enfeksiyondan önce devreye girse bile uyuyan o ilk rezervuarları uyandırmak ve yok etmek çok ayrı bir bilimsel muamma ve en temel zorluklardan biri.
(*Tıpta “rezervuar” terimi, bulaşıcı hastalıkların kaynağı ya da taşıyıcısı olabilen canlılar veya mikroorganizmaların barındığı ortamlar için kullanılıyor ve sözcük anlamı “depo” ya da “toplanma alanı” vb. imajları işaret ediyor.)
Bağışıklık belirteçlerinin belirsizliği: Başarılı bir aşının hangi immün tepkileri tetiklemesi gerektiği hâlen tam manasıyla anlaşılabilinmiş değil. Bu konudaki en meşhur çalışmalardan biri olan RV144 Tayland denemesi (%31 etkinlik) V1/V2 bölgesi antikor yanıtını işaret etse de genellenebilirliği oldukça sınırlı kaldı.
Tüm bu zorluklar HIV aşısını (şimdilik) erişilmesi zor bir hedef kılmakla kalmayıp, bu konuda yapılacak tüm araştırmalann disiplinlerarası yaklaşımlarla desteklenmesini ve zenginleşmesini de zorunlu kılıyor. İşte politik desteğin önemi ve politik irade eksikliğinin sebep olduğu sorunları konuşacağımız nokta tam olarak burası.
-Siyasi gerilimler ve gerilemeler: Finansman ve güven krizleri
Bilimsel engelleri anlamanıza katkı sunacağını umduğum çerçeveyi aktardıktan sonra aşının hâlâ bulunamamasında en az biyolojik etkenler kadar belirleyici olan politik ve yapısal dinamiklere bakalım. Çünkü bilim (çoğu zaman!) tutarlı ilerlese de karar alma süreçleri, finansman dengeleri ve uluslararası işbirlikleri olmadan laboratuvar gerçekliğinin gündelik hayata yansıması imkansız değilse de neredeyse imkansız.
Bu bölümde, HIV aşısı araştırmalarının neden zaman zaman akamete uğradığını, uzman! siyasetçilerin kararlarının etkilerini ve bunların toplumsal güven üzerinde nasıl izler bıraktığına bakacağız. Çünkü aşı geliştirme süreçlerine dair daha makul ve gerçekçi bir bakış açısı kazanmanın ancak bu çerçevede mümkün olabileceğine inanıyorum.
Fon kesintileri: HIV aşısı çalışmalarına verilen politik desteğin ve iradenin hiçbir zaman istenilen düzeyde olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat “gelen gideni aratır”ın boş bir deyim değil, tecrübeden hareketle söylenmiş bir bilge öğretisi olduğunu birkaç hafta önce anlamış hep beraber anlamış bulunduk. Trump hükümetinin HIV aşısı araştırma ağlarına sağladığı tüm desteği rüyasında sevgilisini başka biriyle gördüğü için evi terk eden sevgili serseriliğiyle bir sabah birdenbire çekmesi, özellikle Afrika’daki klinik altyapıyı ve topluluk kazanımları hayli zayıflattı, yılların bilimsel birikimini berhava etti. “Brilliant Consortium” gibi Afrika liderliğindeki projeler durdu, personel kayıplarına bağlı olarak bazı kapılar tamamen kapandı, kurum hafızaları flulaştı. Özetle eğer kırk yılda on yıllık bilimsel ilerleme sağlanabildiyse, o ilerlemenin neredeyse tamamı bir günde yitirildi.
Küresel dengelerin değişmesi ve buna bağlı askeri harcamaların artması: Yukarıdaki özete ek olarak, HIV alanında özellikle üniversite ve laboratuvarları fonlayan geleneksel donörlerin geri çekilmesi; Avrupa Birliği ve özel vakıfların (örn. Gates Vakfı) bütçe planlarını yeniden şekillendirmesine neden oldu. Yeni finansman modelleri hayata geçmezse (ki bence 2030’dan önce geçemez), sadece mevcut çalışmalar değil; yakın ve orta geleceğe ajandalanmış yeni nesil projeler de başlamadan bitecek.
Topluluk güveni ve etik: Araştırmalar/denemeler kesintiye uğradığında, o denemelere gönüllü olarak katılan kişiler, kendilerine söz verilen ilaç ve tedavi desteği ya da sosyal yaşama entegrasyon desteğinin zaten devam etmeyeceği kaygısıyla araştırmaları terk ediyor ve bu olumsuz deneyimleri -haklı olarak- topluluk içinde de paylaşıyorlar. Bu durum, bilimin ve aktivizmin toplulukla kurduğu ilişkinin temelindeki güveni sarsarak, gelecekteki potansiyel gönüllü katılımı olumsuz etkiliyor.
Bu siyasi engeller, biyomedikal ilerlemenin tek başına yetersiz olduğunu, şeffaflık ve süreklilik gerektiren bir iş birliği ve fonlama modelinin şart olduğunu gösteriyor. Siyasetçilerin paranın yönünü “yeniden seçilmek”, “bir daha seçilmek” ya da “ölene kadar seçilmek” gibi kaygılara bağlı kriterlere göre kontrolsüzce değiştirdiğini unutamayacağımıza göre; temel maddi kaynağın hükümetler ya da siyasi destekli vakıflar olduğu bir araştırma bütçesi modeli bizi hedefe ulaştıramaz. Ayrıca yukarıdaki paragraf “neden hâlâ aşı yok?” sorusunu sadece bilim insanlarına, aktivistlere değil siyasetçilere de sormanız gerektiğini anlatabilmemi olanaklı kılmıştır umarım.
-Ümit vadeden teknolojiler: Tünelin ucundaki ışık
Bilimsel temelleri ve politik engelleri biraz inceledikten sonra biraz da geleceği şekillendirecek olan ümit vadeden teknolojilere odaklanalım.
HIV aşısı araştırmalarında yeni yaklaşımların gerçek değeri, biraz da mevcut zorlukları nasıl aştıkları üzerinden anlaşılabilir. O yüzden bu bölümde mRNA tekniklerinden nanoparçacık platformlarına, germline hedefleme stratejilerinden, prime–boost stratejilerine kadar uzanan yenilikleri kısa kısa özetleyerek laboratuvardaki gelişmelerin gerçek ihtiyaçları nasıl karşılayabileceğine dair bilgiler paylaşmaya çalışacağım.
mRNA ve nanoparçacık platformları: COVID‑19 sayesinde olgunlaşan mRNA teknolojisi, HIV’in zor erişilen yapılarına yönelik aşı prototiplerini hızla tasarlamayı sağlıyor. Örneğin Moderna ve IAVI işbirliğiyle geliştirilen eOD‑GT8 60mer aşısı, Faz 1 öncesi denemelerde katılımcıların %97’sinde hedef B hücrelerini başarıyla uyarmış. Bu, mRNA yöntemiyle hızlı üretim ve test olanağı sağlamanın laboratuvar hızını klinik aşamaya taşıdığını gösteriyor.
Germline hedefleme: Vücudumuzda henüz “göreve hazır” olmayan, ancak gelecekte güçlü savunma hücreleri olma potansiyeli taşıyan B hücreleri de bulunuyor. Germline hedefleme, işte bu “genç” B hücrelerini amaca uygun eğitmeyi deneme yöntemi. Bir molekül kalkanı gibi çalışan eOD-GT8 gibi özel tasarım parçalar vücuda verilince, bu genç B hücreleri “git ve virüs ile mücadele et” işaretini alır ve böylece, zamanla olgunlaşıp geniş nötralizan antikor (bnAb) üretecek biçimde gelişirler. İlk faz çalışmalarda B hücrelerini doğru şekilde uyarma oranı %97. Bu ara sonuç, henüz laboratuvar aşamasında olunsa da, kararlı ve uzun süreli koruma sağlayacak aşılar için kapının aralanabilineceğine dair umit veriyor.
Prime–Boost ve uzun salınım: Bu yöntem, tek seferlik aşı yerine birkaç dozluk bir program şeklinde ilerliyor. İlk doz (prime), bağışıklık sisteminin “öncü” B hücrelerini uyandırıyor. Sonraki dozlar (boost) ise bu hücrelerin ürettiği antikorların güçlenip olgunlaşmasını sağlıyor. Hem mRNA hem de nanoparçacıklı aşı adayları üzerinde yapılan ön deneyler ve erken klinik çalışmalar, bu art arda dozlamanın vücudun bağışıklık hafızasını çok daha sağlam hale getirdiğini ortaya koydu.
Çok amaçlı aşı adayları: Bu yeni nesil aşılar, HIV’i tek başına hedeflemekle kalmıyor; aynı zamanda HPV, klamidya gibi cinsel yolla bulaşabilen/aktarılabilen diğer enfeksiyonlara karşı da antikor üretmeyi amaçlıyor. Birden fazla *epitop mRNA veya protein platformlarıyla geliştirilen aşılar, hem sistemik hem de lokal bağışıklık oluşturabiliyor. Bu da daha geniş kapsamlı bir hastalık savunması sunma potansiyelini beraberinde getiriyor.
(*Epitop, virüs veya bakterilerin küçük bir parçası, yüzey bölümünü vb. ifade eder. Vücudumuzun koruma hücreleri (antikorlar veya T hücre reseptörleri) bu epitopları tanır ve virüs/bakterilere bu noktalardan bağlanır.)
Bu dört teknoloji, laboratuvarlarda sevinç çığlıkları attıracak kadar güçlü olsa da, ancak siyasi ve finansal tuzaklara direnen gerçekçi bir modelle hayata dönüşebilirler. Klinik denemelerde elde edilen ümit verici ilk sonuçlar ve potansiyel, siyasetçilerin ya da stratejileri “rüzgar nereden eserse” olan uluslararası kuruluşların keyfî kesintileri sebebiyle boşa çıkarıldığında başarısız olanın bilim olduğunu söylemek haksızlık olur. Nasıl ki, mRNA teknolojisi hızlandırılmış onay süreçleri ve acil teknoloji transferi sayesinde kısa sürede güçlü bir COVID-19 cevabı oluşturduysa, benzer hız ve kararlılık HIV araştırmaları için de şart.
Tüm bu gelişmeler uzun vadeli, şeffaf, hesap verebilir kamu–özel sektör ortaklıkları ve sivil toplum liderliğinde yönetilen süreçlerle desteklendiğinde, bu yenilikler laboratuvarla sınırlı kalmaktan kurtulabilirler. Aksi hâlde, irili ufaklı tüm başarılı deneyler birer ümit kırıntısı olarak kalmaya mahkûm olacaklardır.
-HIV aşısı: Kesin ve rasyonel bir ihtiyaç
HIV aşısı geliştirme çalışmaları yalnızca laboratuvarda şekillenen bir süreç değil siyasi irade, sürdürülebilir fonlama ve topluluk güveniyle taçlanması gereken uzun bir yolculuk. Araştırıcılar, mRNA’dan germline hedeflemeye, prime–boost rejimlerinden çok amaçlı platformlara uzanan yeniliklerle virüsün zekasını aşmaya ve güçlü savunmasını kırmaya her geçen gün daha da yaklaşıyorlar. Ancak bu adımların pratikte de etkili olabilmesi, bütçe kesintilerine ve parlamento koridorlarındaki kısa vadeli çıkarlara takılmayan kararlı, tutarlı ve ahlaklı modellerle mümkün.
Bu perspektifte:
Siyasetçiler, araştırma bütçelerini yeniden seçilme kaygısıyla değil; halk sağlığı öncelikleriyle planlamalı.
Uluslararası kuruluşlar ve büyük bağışçılar, proje bazlı ve kendi siyasi ajandalarına göre belirleyip çalışma alanı/tema dayattıkları destekler yerine serbest, kesintisiz ve şeffaf finansman taahhütleri vermeli.
Topluluklar ve aktivistler, bilimsel gelişmeyi ve verileri sahiplenerek klinik denemelere katılımı güçlendirmeli.
Benim kanaatime göre HIV aşısı gayretleri yalnızca tıbbi bir mesele değil, insan zekasının, küresel dayanışmanın, adaletin ve insanlık onurunun vurgulandığı bir manifesto yazma girişimidir. Bu tarihi gayretlerin muradına ermesi ve laboratuvardaki ümitlerin hayata dönüşebilmesi için “bu benim sorunum değil” gibi korkak ve ötekileştirici anlayışlar terk edilmeli ve herkes sorumluluk almalı. Çünkü erişilebilir bir aşıya ulaşmak ancak ve ancak, bilimsel ilerlemeyi toplumsal taleple buluşturabilecek gerçekçi bir stratejiyle, dayanışmayla ve empatiyle hareket ettiğimizde mümkün olabilir. Aksi halde bundan kırk yıl sonra “neden hâla HIV aşısı yok?” diye sorma ihtimalimiz, bugün düşündüğümüzden daha yüksek olabilir.
Arda Karapınar – Panosian
www.ardakarapinar.me
Twitter: @MAPanosian
Bluesky: @Panosian
Instagram: @MinasArdaPanosian