1. Haberler
  2. Biyografiler
  3. Dr. Mustafa Peköz: Yeni bir cumhuriyete ihtiyaç var – dokuz8HABER

Dr. Mustafa Peköz: Yeni bir cumhuriyete ihtiyaç var – dokuz8HABER

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Uluslararası ve bölgesel gelişmeler Türkiye’nin yeni bir Cumhuriyete ihtiyaç duyduğunu çok net olarak ortaya koymaktadır. Burada temel sorun şu: Nasıl bir cumhuriyet?

Devletlerin doğuşu, gelişmesi, değişmesi ve hatta yıkılması bütünüyle uluslararası ilişkilerdeki gelişmelere, bölgesel değişimlere, iç politik ve toplumsal denklemdeki zorluklara bağlı olarak ortaya çıkar. Bu faktörler hesaba katılmadan bir devletin oluşum ve değişim süreçleri doğru analiz edilmez.

Tek Dünya Devleti’ sürecine doğru

Küresel ilişkilerinin bütününe yeniden tanımlandığı ve dünya çapında stratejik değişiklikler için düşünülenden çok daha kapsamlı hazırlıkların yapıldığı bir süreci yaşıyoruz.

Küresel şirketler dahil olmak üzere ‘tek dünya devleti’ oluşumunu tartışmaya açtıkları ve aslında bu yönlü bir kısım hazırlıkların yapıldığı bir evreden geçiyoruz. Bu düzeyde bir değişim sürecinin başlatılmasına dair ortaya çıkan verilere rağmen bölgesel çatışmaların ve rekabetin devam etmesinin nedenlerini doğru analiz etmek gerekiyor. Bu konu üzerinden kapsamlı bir değerlendirmeye ihtiyaç var.

Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşının yarattığı jeopolitik dengelerin bir sonucudur

Birinci Dünya Savaşı’nın jeopolitik değişiminin en belirgin yansıması Balkanlarda ve Ortadoğu’da oldu. 600 yıla yakın bölgede hakim güç olan Osmanlı İmparatorluğu dağıldı ve çok sayıda ‘ulus’ devlet kuruldu. 2 Dünya Savaşı’na kadarki geçen süreçte ise Ortadoğu’da çok sayıda tarihsel geçmişleri olmayan ‘yapay’ devletler oluşturuldu.

Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki jeopolitik gelişmelerin etkisiyle ve dönemin uluslararası güçlerin belirlediği bölgesel denklem içerisinde kuruldu. Kendisini doğrudan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak görmemesine rağmen zihinsel ve tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun bir devamı olarak her zaman kendisini hissettirdi.

Türkiye Cumhuriyeti sanıldığı gibi kendi toplumsal dinamikleri üzerinde ortaya çıkan ve Anadolu ve Mezopotamya’daki tüm toplumsal güçleri kucaklayan bir devlete dönüşmedi.

Ankara’da ortaya çıkan yeni iktidar, 1921 Anayasası ile Anadolu’daki farkı etnik ve azınlıkları ve kapsayan bir politika benimsemiş gibi görüntü verdi. Ancak dönemin konjektürüne uygun olarak belirlenen bu geçici anayasanın tek bir maddesi uygulanmadı. Dahası böyle bir strateji ve planlamada yoktu. Devlet gerçek anayasasını 1924’te yazdı. Bu anayasayla ‘tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak’ stratejisi çok yönlü ve kapsamlı olarak hayata geçirildi.

İthatti-Terakki’nin Cumhuriyet Halk fırkasına (Partisine) dönüşmesi ve iktidarın CHP içerisinde dahi dar bir azınlığın elinde toplanması esasen ‘tek ulusu’ yaratma stratejisinin hayata geçirilmesiydi. Türkçülük esasına dayanan ‘dört tek ilke devletin varlık nedeni oldu. Hatta bunlar, faşizmin ideolojik ve politik zemininin güçlendirilmesi olarak karşımıza çıktı. Faşizmin, Türk devletinin güncel bir politikası haline getirilmesi için de ‘Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ geliştirildi.

1930’lardan sonra Avrupa’da faşizmin yükselişi, önce İtalya sonra Almanya ve daha sonra İspanya’da iktidara gelmesi, kurulan yeni Türk devletinin de ilham kaynağı oldu. Faşizmin yolunu izleyecek bir kısım politik stratejilerin hayata geçirilmesi sağlanarak Anadolu’nun Türkleştirilmesi planı uygulanmaya konuldu. Tekçilik ilkesine dayanan ‘üniter devlet’ yapısının güçlendirilmesi için Anadolu’da yaşayan farklı ulusları temsil eden etnik grupların fiziki tasfiyesi dahil olmak üzere bütün yöntemler uygulandı. Kendi varlıklarını korumak isteyen Kürtlerin bütün isyanları en sert ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Böylece Türkleştirmeye dayanan devlet politikası yaşamın her alanında katıksız bir şekilde uygulandı.

Türkiye’de toplumsal dinamiklere dayanan demokrasinin hiçbir dönem uygulanmadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra generallerin devlet içerisindeki etki gücü sistematik olarak arttı. 1960 Askeri darbesi ile devlet işleyişi veya sistemi yeniden revize edildi. Devletin stratejik merkezi gücü olarak işlev gören Milli Güvenlik Kurulu(MGK) 1961 anayasası ile daha güçlü bir şekilde resmileştirildi. Generallerin devlet üzerindeki hakimiyeti bu dönemden sonra çok daha belirgin hale geldi. 1971 ve 1980 askeri darbeleri asimilasyonun varlık nedeni olan ‘tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil’ üniter devlet yapısının ilkeleri olarak anayasanın değişmez maddeleri haline getirildi.

Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu, Türkçe dışında hiçbir dille eğitim yapamayacağı, Türkiye’de bütün etnik grupların toplumsal-politik kimliğini ifade etmesinin yasaklandığı bir anayasal düzen kuruldu. 1982’de generallerin hazırladığı anayasanın hemen hemen bütün maddeleri değiştirilmesine rağmen ilk 3 maddenin dokunulmazlığı yine anayasa ile güvenceye alındı.

Özetle Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ki özeti:

– Türkiye Cumhuriyeti devleti hiç bir zaman laik olmadı. ‘Türkiye laiktir, laik kalacak’ söylemi sadece bir nostaljiden ibaret kaldı.

– Türkiye’de dini İslam olan bir devlet kurdu.

– Üniter Devlet yapısına dayanan t’ek ulus, tek bayrak, tek devlet, tek dil’ ilkesi esas alınarak Anadolu’nun bütün etnik ve inanç grupları yok sayıldılad. Asimilasyona tabi tutuldular.

– Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türkiye gerçek anlamda hiçbir dönem demokrasi ile tanışmadı. Demokratik bir devlet ve toplum oluşmadı.

-Doğrudan veya dolaylı olarak faşizmin ideolojik ve politik dayanakları oluşturuldu ve uygulandı.

Bahçeli’nin ezberleri bozan açıklamaları

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu coğrafyasında sınırları belirlenen haritaların fiilen işlevsizleştiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Ankara’nın ortaya çıkan jeopolitik ve jeostratejik değişim ve gelişmelerden kaçamayacağı ve kendisini ‘yeniden’ dizayn etmesi kaçınılmazdır

Ankara’da ortaya konulan stratejinin belirsizliğine rağmen bir arayışın başladığını söyleyebiliriz. Bu arayış doğal olarak ‘eski’ Türkiye’nin bir iç evrim geçirerek ‘yeni’ bir Türkiye’ye dönüştürülmesidir. Sorun şu: Eski Türkiye, Yeni Türkiye’ye nasıl evirilecek? Bugünkü sistem içerisinde Yeni Türkiye arayışlarının eski Türkiye’den niteliksel ve kesin bir kopuşu taşımadığı, taşıyamayacağı biliniyor. Bugünkü sistemi oluşturan güçlerin zihinsel ve politik olarak buna uygun olmadıkları, bu nedenle bir uzlaşı ile değişimi sağlamaya çalıştıkları görülüyor.

Bahçeli’nin kendisinden beklenilmeyen ‘radikal’ çıkışları eski Türkiye’nin tasfiyesinden çok mevcut sisteminin revize edilerek küresel değişime uyum sağlama hamleleridir. Türk Milliyetçiliğini en üst düzeyde temsilcisi olan Bahçeli’nin ortaya koyduğu söylem, iddia ve politik perspektif aslında eski Türkiye cumhuriyetini kurtarma hamleleri olarak okunabilir. Bu nedenle Bahçeli’nin birçoğumuzun ezberini bozarak; ‘Devletin Öcalan’la görüşme sürecini başlatması, Öcalan’ın kurucu lider olarak ilan edilmesi, devlet sisteminde bir kısım değişikliklere giderek örneğin Cumhurbaşkanının 2 yardımcısının olması, bunlardan birinin Kürt diğerinin Alevi olması’ gibi devletin stratejik kodlarının yeniden tanımlanmasına dair yaptığı öneriler aslında devletin bölgesel değişimde yeni bir rol oynamasıyla ilişkilidir. Bahçeli, böylelikle yakın gelecekte hem Irak, Suriye ve İran’da yaşanan sürecin Türkiye’de yaşanmasını engellemeyi hem de Kürtlerle kuracağı ittifak üzerinden devletin bölgedeki etkinlik alanını genişletmeyi amaçlıyor. Devletin bugüne kadar izlediği ve başarısız olan bölgesel politikasını Kürtlerle kuracak ittifak üzerinden güncellenmesi planlanıyor.

Bahçeli, devletin Alevilere yönelik izlediği politikalarda değişikliklere gidilebileceğinin mesajını vererek iç toplumsal dinamikleri çok daha güçlü kılmayı hedefliyor. Bu nedenle geçmişten farklı olarak Alevilerin devletin en üst yapısında kurumsal olarak temsil edilmesine yönelik değerlendirmeleri, bölgesel gelişmelerden bağımsız olmadığı söylenebilir.

Bu bakımdan Bahçeli’nin 1924 anayasasıyla temelleri atılan, 1982 Askeri darbecilerin yaptırdığı anayasası ile güvenceye alınan ‘değişmez’ ilkelerin/maddelerin tartışmaya açması ve devletin yapısında değişiklikler önermesi bir tesadüfi olmayıp, zorunlu ve kaçınılmaz bir gelişmenin sonucudur.

Körfez ülkeleri Şeriat sistemini terk edecek

Önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde Körfez devletlerinin çok açık bir şekilde şeriat sistemini terk edecekleri ve bu yönlü çok kapsamlı hazırlıklar yaptıkları biliniyor. Aynı şekilde Suudi Arabistan merkezili ‘Körfez Birleşik Devletleri’nin kurulmasının altyapısı da oluşturuluyor. Bu nedenle Suriye, Irak ve İran’da yaşananlar, küresel dünyayı ciddi olarak etkileyecek olan Ortadoğu coğrafyasının yeniden şekillendirilmesi ve sınırların yerinden belirlenmesi dönemidir.

Türkiye bu değişimden kaçamaz, böyle bir şansının olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bu nedenle Türkiye bölgesel gelişmeler içerisinde kendisine daha güçlü bir alan yaratmak istiyorsa kaçınılmaz olarak devletin stratejik kodlarında bir değişikliğe gitmek zorundadır. Önümüzdeki dönemde Bahçeli’nin dolaylı olarak ‘tekli(bayrak, devlet, dil, millet) ilkelerin değişmesi gerektiğini söylemesi bize sürpriz gelmez. Çıkışın tek yolu da: Kürtlerin sosyolojik ve sosyo-politik bir güç ve Alevilerin inançsal düzeyde farklı toplumsal bir kategori olduğunun ilkesel olarak kabul edilmesidir.

Kürtler-Türkler-Araplar Denklemi halkları kapsamalıdır

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkler, Kürtler ve Araplar arasında kurulması gereken ilişkiyi ‘ümmet’ kavramı üzerinden tanımlaması, doğrudan bir eleştirip konusu yapılabilinir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu tarihsel güçlerin arasındaki ilişkilerin kopması sonucunda Hıristiyanların Anadolu ve Mezopotamya’yı ele geçirmesine ve Haçlı seferlerine vurgu yapması, hiç şüphesiz ki küresel güçlerin ciddi bir tepkisine yol açtı. Tarihsel olarak ömrünü doldurmuş olan bu tür açıklamaların Türkiye için yeni bir risk ortaya çıkartacağını söyleyebiliriz.

Kürt-Türk-Arap ilişkisinin ümmet üzerinden değil de bölge hakları arasında kurulacak bağın geliştirilmesiyle stratejik ve kalıcı bir ittifaka dönüşür. Bilerek veya bilinmeyerek söylensin bölge halkları arasında kurulacak yeni toplumsal ilişki güç dengelerini zorunlu ve kaçınma olarak değiştirecektir.

Bu nedenle Türkler, Kürtler, Araplar ve diğer toplumsal gruplar arasında kurulacak stratejik işbirliğinin Hıristiyanlık ve Yahudilik dünyasına karşı bir İslam dünyası olarak tanımlanamaz. Böyle bir tanımlamanın son derece yanlış olacağı gibi hem başarısız olacaktır hem de ağır siyasal ve politik sonuçlar doğuracaktır. Artık dünyanın, Müslümanlık, Hıristiyanlık merkezi ümmetçiliğe dayanan stratejiler üzerinden değil jeopolitik ve jeostratejik güç dengelerine göre şekillendiği çok nettir.

Bütün bu gelişmelerin çerçevesinde Türkiye’nin yeni bir cumhuriyete ihtiyacı vardır.

Soru şu; Peki nasıl bir Cumhuriyet olmalıdır. Bu Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın bütün halklarını kucaklayan, geleceklerini anayasal güvenceye alan ‘Demokratik Anayasa’ ile olur. Tekli ilkeler üzerinde şekillenen ‘eski’ anayasanın bütünüyle değiştirilmesi ve demokrasiyi esas alan yeni bir anayasanın inşa edilmesi, Türkiye’nin bölgesel gücünü arttırır.

Kürt sorunun çözümüne ilişkin atılan adımların stratejik olarak ele alınması ve çözüm odaklı olması, yeni bir cumhuriyetin doğuşunu sağlayabilecek önemli bir halkadır. Eskinin tekrarı kaybettirir, pozitif değişimden yana olan kazanır. Cumhuriyet kavramı tek başına hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan içeriğinin doldurulmasıdır. İster birinci-ikinci ister eski-yeni cumhuriyet olarak tanımlayın önemli olan içeriğinin demokratik değerlerle doldurulmasıdır.

Dr. Mustafa Peköz: Yeni bir cumhuriyete ihtiyaç var – dokuz8HABER
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Haber Perest ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin