Cumartesi Anneleri, Türkiye’nin en uzun soluklu sivil itaatsizlik eylemlerinden birini 30. yılında da sürdürüyor. Galatasaray Meydanı’nda ilk kez 27 Mayıs 1995’te bir araya gelen bu kadınlar, sadece gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini sormuyor; devletin şiddetle inşa ettiği resmi hafızaya karşı kolektif bir karşı anlatı da kuruyor.
Kaç Kayıp? Kaç Dosya? Kaç Cezasızlık?
Cumartesi Anneleri’nin temel talebi, gözaltında kaybolan sevdiklerinin nerede olduklarının açıklanması ve sorumluların yargılanması. 1980 darbesi sonrası artan devlet şiddeti, 1990’lı yıllarda özellikle Kürt illerinde yoğunlaştı. Bu süreçte yüzlerce insan gözaltında kayboldu ya da faili meçhul cinayetlerle yaşamını yitirdi. Devletin resmi kurumları tarafından alınan bu kişilerden bir daha haber alınamadı. Aileler, yıllarca savcılıklara, adliyelere başvurdu ancak çoğu zaman sonuç alamadı. Ve bu suçların büyük çoğunluğu, yargıdan da “gizli eller” tarafından aklandı.
İnsan Hakları Derneği (İHD) verilerine göre, 1980-2000 yılları arasında 1.352 kişi gözaltında kaybedildi veya faili meçhul cinayetlere kurban gitti.
En az 253 zorla kaybedilme vakası belgelenmiş durumda.
Savcılıkların çoğu zaman delil toplamadan “takipsizlik” kararı vermesi, olay yerinde keşif yapılmaması ve şüphelilerin yıllarca ifade dahi vermemesi bu adaletsizliğin norm haline geldiğini gösteriyor.
Galatasaray Meydanı: Umudun ve Direnişin Simgesi
Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’ndaki eylemi; Türkiye’de hakikat ve adalet mücadelesinin sembolü haline geliyor. Defalarca yasaklarla, polis müdahaleleriyle karşı karşıya kalmalarına rağmen, bu sessiz direniş 30 yıldır sürüyor. 2018 yılında 700. haftalarında polis müdahalesiyle karşılaşmaları büyük tepki çekmiş, ardından meydanda toplanmaları uzun süre engellenmişti.
Hangi Devlet? Hangi Hükümet?
1990’lı yıllarda zorla kaybetmelerin en yoğun yaşandığı dönemlerde iktidarda DYP-SHP, ardından ANAP-DYP ve Refah-Yol koalisyonları vardı. Faili meçhullerin merkezindeki JİTEM yapılanması uzun süre inkâr edildi. Bugünse bu dönemlerin sorumluları ya siyasal kariyerlerini sürdürüyor ya da “millî hafıza” kahramanları olarak sunuluyor.
AKP iktidarı döneminde de durum değişmedi. 2011 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan, Cumartesi Anneleri’yle bir araya geldiğinde “bu acılar son bulacak” dedi. Ancak 2018’de Galatasaray Meydanı, polisin sert müdahalesiyle yasaklandı. 82 yaşındaki Emine Ocak’ın sürüklenerek gözaltına alınması, devletin “helalleşme” değil “susturma” siyasetine devam ettiğini gösterdi.
82 yaşındaki Emine Ocak’ın gözaltına alınması, büyük tepki topladı.
O fotoğrafı unutmayın:
Bir yanda bastonuyla yaşlı bir kadın,
Diğer yanda zırhlı birlikler.
Devlet, kendi geçmişiyle yüzleşmeyi bir “güvenlik sorunu” olarak gördü.
Devletin Belleği Unutur, Anneler Hatırlar
Kayıp yakınlarının 30 yıl boyunca aradıkları şey yalnızca kemikler değil. Bir mezar bile bulunamayan evlatların yerini, adaletin yokluğu aldı. Devlet, bir yandan inkâr etti, öte yandan inkâr ettiğini yargı eliyle akladı. Bugün kayıpların failleri arasında üst düzey emniyet müdürleri, istihbarat görevlileri ve JİTEM komutanları var. Bazıları hâlâ aktif görevde, bazıları milletvekili veya büyükelçi.
Medya ve Uluslararası Sessizlik
Ana akım medya, yıllarca bu eylemleri göz ardı etti ya da kriminalize etti. TRT, Sabah gibi devlet yanlısı yayın organları Cumartesi Anneleri’nin varlığını görmezden gelirken, Bianet, Evrensel, Medyascope gibi bağımsız medya mecraları hakikati duyurmak için mücadele etti.
Uluslararası insan hakları örgütleri (Amnesty International, Human Rights Watch) Türkiye’ye uyarılarda bulundu; Avrupa Birliği ilerleme raporlarında kayıplar ve hak ihlalleri eleştirildi. Ancak bu çağrılar Türkiye’de ciddi bir değişim yaratmadı.
Uluslararası toplumun bu konuda aldığı tavır, genellikle siyasi çıkarlarla gölgeleniyor; gerçek bir yaptırım mekanizması işletilmiyor.
30. yıl anmasında konuşan Hanife Yıldız, 1995’te kaybedilen oğlu Murat Yıldız’dan hâlâ haber alamadığını söyledi:
“Biz buraya bir mezar istemeye geldik. Bir mezarımız bile yok. Ama oğlumun kemiklerini aramaktan, hesabını sormaktan vazgeçmeyeceğim.”
Eyleme katılan yeni kuşaklar da var. Kayıp yakınlarının çocukları, torunları artık bu mücadelenin sesi oluyor. 30 yıl önce annelerinin ellerinde fotoğrafları taşınan kayıpların hikâyeleri, bugün genç kuşakların hafızasında ve sözlerinde yeniden canlanıyor.
Uluslararası Destek
Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi, yıllar içinde uluslararası insan hakları örgütlerinden de destek gördü. Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü), İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi kuruluşlar, Türkiye hükümetine kayıpların akıbetini açıklama ve adaleti sağlama çağrısı yaptı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bazı davalarda Türkiye mahkûm edildi.
Hukukun Çifte Standardı: AİHM Kararları ve Türkiye’nin İnatçılığı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Türkiye’yi birçok kez bu kayıplarla ilgili “etkili soruşturma yapmamak” ve “yaşam hakkını ihlal etmek” gerekçeleriyle mahkûm etti.
2014’te Hasan Ocak davasında verilen karar, Türkiye’nin hukuki yükümlülüklerini açıkça ortaya koydu.
Ancak Türkiye’de ne Anayasa Mahkemesi ne savcılıklar ne de yargı bu kararları uygulamakta istekli oldu.
Adaletin yerine getirilmemesi, hukukun siyasallaşmasının, cezasızlığın ve devletin “hafıza silme” politikalarının sonucu.
AİHM: “Yaşam Hakkı İhlal Edildi”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Hasan Ocak dosyasında Türkiye’yi yaşam hakkı ihlali ve etkili soruşturma yapılmaması gerekçesiyle mahkûm etti (Ocak/Türkiye, 2014). Ancak bu karar, iç hukukta hiçbir sonuç doğurmadı. Bugün Anayasa Mahkemesi kararlarına bile uymayıp, “yerindelik denetimi” bahanesiyle AİHM içtihadını reddeden bir yargı düzeni var.
Türkiye’nin 2024 Avrupa Konseyi raporuna göre, AİHM kararlarının uygulanmaması oranı %79. Zorla kaybedilenlerle ilgili davaların tamamı bu “uyulmayanlar” arasında yer alıyor. [Avrupa Konseyi İcra Dairesi, 2024]
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’yi bu konuda defalarca mahkûm etti. En bilinen davalardan biri olan Hasan Ocak davasında, AİHM Türkiye’yi “etkili soruşturma yapmamak” ve “yaşam hakkını ihlal etmek” suçlarından cezalandırdı.
Ancak bu kararlar ne yargı sisteminde bir değişimi tetikledi, ne de failler hakkında adım atıldı. Bazı faili meçhuller emekli edilip unutturuldu; bazıları milletvekili ya da bürokrat olarak ödüllendirildi. Türkiye’nin cezasızlık politikası, bu utancı sistemleştirdi.
Yeni Kuşaklar, Yeni Direnişler
Cumartesi Anneleri’nin mücadele alanı artık yeni kuşaklara devredildi. Kayıpların çocukları ve torunları, sosyal medya, sanat ve akademi alanlarında bu hafızayı canlı tutuyor.
Ancak genç kuşakların bu direnişi sürdürebilmesi için devletin sadece geçmişle yüzleşmesi değil, bugünün politik yapısında hak, adalet ve demokrasi mekanizmalarının onarılması gerekiyor.
30 Yıl Sonra: Karanlık Geçmişin Aydınlanması Neden Bu Kadar Zor?
30 yıldır sorulan basit soru hâlâ cevapsız: “Kayıplarımız nerede?”
Bir mezar bile bulunamadı; çünkü Türkiye’de kayıplar ve faili meçhuller, devletin “unutma politikası”nın en acı kanıtı oldu.
Demokrasi, sadece sandıklarla değil, adaletin, hakikatin ve hesap verilebilirliğin sağlanmasıyla mümkün olur.
Bugün devletin “güvenlik” söylemleri, hak arayanların üzerindeki baskı ve cezasızlık politikaları, Türkiye’nin demokratik açmazını daha da derinleştiriyor.
Cumartesi Anneleri’nin 30 yıllık direnişi, sadece bir hak arayışı değil; Türkiye’de adaletin, demokrasi ve insan haklarının yeniden tesis edilmesi için hala aşılması gereken devasa engellerin simgesi.
Unutmak bir emir değil; hatırlamak, direniştir.