Örgütlü, caydırıcı ve kitlesel fiili-meşru mücadele hattını örmenin emek mücadelesinde en önemli güç olduğu tartışmasız bir gerçektir. Uzun zamandır kararlı ve kitlesel bir mücadele örme konusunda kısır bir sürecin içinden geçerken İzmir’de belediye işçilerinin iş bırakma eylemleri bir gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi; Patronların ve iktidarların en büyük korkusu, örgütlü bir işçi sınıfıdır. Ancak ne zaman işçiler taleplerinde ısrarcı, eylemlerinde kararlı olduğunda; bu direnişi gölgelemek, itibarsızlaştırmak için hedef alınan şey artık yalnızca talepler değil, bu direnişi örgütleyen sendika yöneticilerinin kimlikleridir. Bu karalama kampanyalarının amacı açıktır: İşçileri yalnızlaştırmak, eylemleri kriminalize etmek ve halkın desteğini kesmektir. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın, binden fazla işçiyi işten çıkarmakla tehdit etmesi ise örgütlü emeğe karşı bir savaş ilanıdır. Bu tehdit yalnızca işçiye değil, kamu hizmetlerine ve halkın kolektif çıkarlarına yöneliktir. Bu tehditlere karşı verilecek en güçlü yanıt ise işçilerin halkla kuracağı omuz omuza, birleşik bir mücadeledir.
Aynı tehlike memurlar için de geçerlidir. Yaklaşan toplu sözleşme süreci, kamu emekçileri açısından yalnızca bir ücret pazarlığı değil; kamusal alanın, kamu hizmetlerinin ve emeğin geleceği açısından belirleyici bir dönemeçtir. Ancak ne yazık ki, yıllardır sendikal alan büyük ölçüde rantın ve bürokrasinin hâkimiyetine terk edilmiş, mücadeleci hat yerine masabaşı uzlaşmaların ve üyelik yarışlarının alanına dönüşmüştür. Bu sendikacılık anlayışı, emeğin değil iktidarların ve işverenlerin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş bir yapıdır. Bunun bedelini ise sadece işçiler ve memurlar değil, halkın kendisi ödemektedir. Bugün Türkiye’de emekçilerin karşı karşıya kaldığı tablo yalnızca düşük ücretler, güvencesizlik ya da özlük haklarının gaspı değildir. Emekçilerin talepleri siyasal bir bağlamda bastırılmakta, ifade ve örgütlenme özgürlükleri kısıtlanmaktadır. Demokrasi sorunu, doğrudan doğruya emekçilerin örgütlenme ve mücadele alanlarını daraltmakta, hak arama yollarını tıkamaktadır. Bu durum, emek mücadelesini salt ekonomik değil, aynı zamanda demokratik bir mücadeleye de dönüştürmektedir.
Üstelik emekçiler yalnızca kendi işyerlerinde değil, uluslararası düzlemde yaşanan gelişmelerin de bedelini ödemektedir. Ortadoğu’da süregelen savaşlar ve bölgesel istikrarsızlık, Türkiye açısından hem ekonomik hem siyasal açıdan ciddi riskler barındırmaktadır. Artan askeri harcamalar ve güvenlikçi politikalar, toplumsal kaynakların savaşa tahsis edilmesine neden olmakta; sağlık, eğitim, barınma gibi temel kamu hizmetleri geri plana atılmaktadır. Bunun faturasını da en ağır biçimde yoksullar ve emekçiler ödemektedir. Barışçıl olmayan dış politika anlayışı, içeride militarizmin, otoriterliğin ve kutuplaşmanın zemini hâline gelirken; bu durum doğrudan işçilerin grev hakkına, memurların örgütlenme özgürlüğüne, halkın bilgi edinme ve ifade etme hakkına saldırı olarak geri dönmektedir.
Demokrasi sorunu, sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir geçim sorunudur; çünkü savaş ve yoksulluk birbirini beslemektedir.
Türkiye’de kamu hizmetleri sağlıkta “şehir hastaneleriyle, eğitimde özel okul teşvikleriyle, yerel yönetimlerde şirketleştirme yoluyla adım adım piyasaya devredilmektedir. Kamu, adım adım sermayeye peşkeş çekilirken sendikaların asli görevi bu saldırılara karşı emekçilerin kolektif gücünü savaşa ve sömürüye karşı, halktan yana örgütlemektir. Üyelik sayısını artırmak değil, sınıfsal ve toplumsal alanın gücünü büyütmektir. Toplu sözleşme dönemlerinde kapalı kapılar ardında pazarlık yapmak değil, alanları doldurmak, kamuoyunu bilgilendirmek bütçede halkın yararına olmayacak herşeyi deşifre etmek halkın lehine muhalefet hattı örmek ve buna paralel halkın örgütlü gücünü açığa çıkarmaktır. Emekçilerin ve halkın ortak mücadelesi, sadece zam oranlarına, fazla mesaiden sayılmayan saatlere, taşeron tehdidine karşı değil; aynı zamanda savaş politikalarına, antidemokratik uygulamalara ve kamusal alanın tasfiyesine karşı da bir direnç hattı kurmak olmalıdır. Bu nedenle memur ya da işçi fark etmeksizin, tüm emekçiler bu mücadeleyi hem ekonomik hem siyasal bir sorumluluk olarak görmelidir. Barışa da, demokrasiye de, insanca bir yaşama da ancak birleşik bir mücadeleyle ulaşılabileceği gerçeği bilince çıkarılmalıdır.
Buradan hareketle emek mücadelesini demokrasi mücadelesinden, demokrasiyi;barış mücadelesinden ayirmadan, barışı da sadece çatışmasızlık olarak görmeyip toplumsal yaşamın her alanının en önemli öğesi olarak degerlendirmek ve bu değerleri içine alan toplumsal bir mücadele hattını örmek gerekir.Nitekim barış adalet, eşitlik ve özgürlük içinde bir yaşamın olmazsa olmazıdır. ayni Şekilde demokrasi sadece sandık değil; grev hakkı, örgütlenme özgürlüğü ve halkın yönetime katılması demektir. Bu taleplar etrafında her geçen gün daha çok önem kazanan, emek mücadelesi ve örgütlenme gittikçe daha kapsamlı ve saldırgan bir hüviyete bürünen kapitalizmin oluşturduğu sömürü hattına karşı sokakta, hastanede, okulda; yani hayatın her alanında büyüyen bir ihtiyaçtır. Bu noktada işçi ve memurları temsil eden sendikaların görevi yalnızca ücret pazarlığı yapmak değil; halkın geleceğine de sahip çıkmaktır. Bu nedenle barış, demokrasi ve emek mücadelesi için toplumun bütün dinamiklarini içine alan birleşik bir mücadele ihtiyaçtan çok ertelenemez bir zorunluluktur.
Peki rant kavgasına tutuşmuş, sırtını ranta, güce ve iktidara yaslayan sendikaların bu talepleri savunma gerçekliği nedir. Sendikal mücadele bu duruma nasıl geldi.
Birçok alanda yaşatılan çoklu enflasyon bu yaklaşımla aşılması ne derecede mümkündür..
Toplu İş Sözleşmesi Sürecinde Hak Kayıpları ve Sendikal Dönüşümün Sorgulanması (II)
Son yıllarda memurların Toplu İş Sözleşmesi (TİS) süreçlerinde yaşadığı hak kayıpları, sadece ekonomik bir gerileme değil; aynı zamanda sendikal alandaki büyük bir siyasal ve ideolojik çözülmenin de habercisidir. Bu kayıplar, yalnızca hükümetin emek karşıtı politikalarına indirgenemez. En az bu politikalar kadar belirleyici olan, sendikal alanın dönüşümü, yozlaşması ve asli rolünden uzaklaşmasıdır.
Kapitalist sistemin sosyal devleti tasfiye ederek piyasacı mantığı her alana yerleştirmesi, emekçileri güvencesizliğe mahkûm ederken, sendikaları da bu dönüşümün aktörlerinden biri haline getirmiştir. Özellikle memur sendikalarında aidatların doğrudan devlet tarafından ödenmesi ve daha sonra bu aidatların yükseltilmesiyle oluşan mali rant, sendikaları bir mücadele örgütü olmaktan çıkarıp birer “ekonomik şirket” haline dönüştürmüştür. Bu durum, “üyeyi değil hükümeti memnun eden” sendikal yapıların türemesine, büyümesine ve alan hâkimiyeti kurmasına neden olmuştur.
Ranta dayalı bu sendikal yapılanmaların üyeleriyle kurduğu ilişki, dayanışma ve mücadele değil; torpil, kayırmacılık ve sadakat üzerinden şekillenmektedir. Normalde karşı çıkılması gereken bu uygulamalar, emekçilerin karşısına bir hak mücadelesi aracı değil, bir “ödül ve ceza mekanizması” olarak çıkmakta; sendikal tercihler işe alım süreçlerinde, tayinlerde ve terfilerde bir tür şantaj aracına dönüşmektedir.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından hızla daralan demokratik alan, örgütlü yapılara yönelik sistematik baskılarla birleşmiştir. Pandemi sürecinde sokağa çıkma yasakları, fiziksel mesafe kuralları ve toplu etkinlik yasakları, yalnızca sağlık önlemleri değil; aynı zamanda sendikal faaliyetlerin bastırılması için birer fırsat olarak değerlendirilmiştir. Bu süreç, toplumun yalnızlaştırılması, bireyselleştirilmesi ve talepsizleştirilmesiyle sonuçlanmıştır.
Bu ortamda, hükümete yakın sendikalar kamusal alanlarda keyfi bir dizayn gücü elde ederken, muhalif sendikalar ise ya sistemin dışına itildi ya da içe dönük kısır iktidar mücadelelerine sıkıştı. Bazı muhalif sendikalarda değişmeyen yöneticilerin kendi koltuklarını koruma refleksi, yeni çözüm yolları üretmenin önüne geçmekte; sendikanın tüm enerjisi iktidara karşı değil, sendika içi muhalefete karşı kullanılmaktadır. Topluma, halka ya da üyelere yönelik politik söylem geliştirmek yerine, “muhalefete muhalefet” gibi kısır ve verimsiz tartışmalara hapsolunmaktadır.
Bütün bu dinamikler bir araya geldiğinde, Toplu İş Sözleşmesi süreci emekçilerin haklarını geliştiren değil, sınırlayan ve adeta bir “kaybı meşrulaştırma” alanına dönüşmektedir. Ücret artışları enflasyon karşısında anlamını yitirirken, ek göstergeler, çalışma koşulları, tayin ve görevde yükselme gibi temel konularda emekçiler ya görmezden gelinmekte ya da göstermelik adımlarla oyalanmaktadır. Bu süreçte kimi sendikalar, TİS masasındaki varlığını bir başarı olarak sunmakta, içeriksel kazanımların yoksunluğu ise sessizlikle geçiştirilmektedir.
Oysa sendikalar, yalnızca bir ücret pazarlığı yapan bürolar değil; emekçilerin haklarını, onurunu, yaşam koşullarını ve toplumsal statüsünü savunan kolektif yapılardır. Bu kimliğin yeniden inşası, hem mevcut ranta dayalı sendikal yapıları sorgulamaktan hem de muhalif sendikalardaki kısır döngüleri aşmaktan geçmektedir.
Gerçek bir sendikal uyanış için önce sorumlulukları yerine getirmeyenleri teşhir etmek, sonra da emekçileri hak arama mücadelesinin gerçek özneleri haline getirecek politikaları yeniden inşa etmek gerekmektedir.